Google Analtytics

27 Ekim 2009 Salı

Stockholm Syndrome (1)

İSKANDİNAVYA 'NIN BAŞKENTİ STOCKHOLM




Herkes ondan İskandinavya'nın kraliçesi olarak bahsediyor. Dergiler, web siteleri Stockholm Style diye ayrı bir fenomen oluşturmuşlar."Beyaz Geceler" diyince akla yine orası geliyor. İskandinavya'nın başkentini hangi arama motorunda araştırsanız, hangi dergide okusanız anlata anlata bitiremiyorlar. Biz de Kopenhag sonrası İskandinavya meraklısı olup çıkmışız madem, THY 'nin en uygun seferine atlayıp bir Haziran günü Stockholm'e uçuyoruz.



Havaalanından otelimizin bulunduğu old town Gamla Stan 'a en yakın yere gidebilmek için alternatif çok.. ama bizim gibi bavuluyla aynı boyda olan insanlar için maddi manevi en uygun yöntem : tren :)
Bizim expresslerin yanında 5 yıldızlı otel kıvamında olan Arlanda Express hızlı treniyle ne olduğunu anlayamadan Stockholm'ün merkezine varıyoruz.
Bir önceki sene, aynı zamanlarda Kopenhag 'da donma tehlikesi geçirirken burda oldukça ılık ve güzel bir hava bizi karşılıyor.Millet kısa kollularla, askılılarla sokaklarda..

Gecesi 750 Kron 'a -ortalama 75 euro- konakladığımız Best Hostel 'in duşlu tuvaletli en lüks odası o kadar küçük ki içeri hem biz hem bavullarımızla sığmak oldukça zor.Tamamen isveçharikası İKEA ile döşenmiş otel odamızı, içinde yaptığımız kritik değişikliklerle adım atılabilir hale getirdikten sonra kendimizi sokaklara atıyoruz.

Otelimiz ultra küçük odasına rağmen aslında gerçekten "süppeeeer" bir lokasyona sahip. Stockholm haritasının merkezindeki Gamla Stan 'dayız.





















Ama Gamla Stan'ın mis gibi waffle kokan sokaklarından geçtikten sonra Norrbro köprüsünü de aşıp, çevremizde kraliyet sarayı manzarasıyla Stockholm'ün kuzey kısmına doğru yol alıyoruz. Amaç şu sık sık kullandığım google earth de Stockholm'ün merkezi olarak yer alan Sergels Torg 'u bulmak. Orayı bulursam herşeyi bulurum anlayışındayım.



Burda aslında yapılacak şeyler ikiye ayrılıyor. Haritayı elinize aldığınızda ya Weekday, PUB vs gibi mağazaların olduğu Kungsgatan ve devamındaki Hötorget tarafına gitmek ya da daha pahalı mağazaların bulunduğu "Küçük Paris" : Birger Jarlsgatan'a... Önümüzde gezecek yer çok olduğu kadar günümüz de çok. :) Yol bizi Birger ' götürüyor.



MADE IN SWEDEN : H&M








Burda bir Avrupa Klasiği olarak değerlendirilen H&M i gördüğünüz yeri alışverişin kalbi olarak benimsemek yanlış olur çünkü gittiğimde öğrendiğim bir gerçek H&M 'in İsveç markası olması. Dolayısıyla İstanbul'un her köşesinde ne kadar bakkal varsa burda da o kadar çok H&M var. Kulağa hoş geliyor biliyorum ama köşe başında gördüğünüz her H&M , her yerde olduğu kadar dolu ve karmaşık. Dolayısıyla her seferinde değişik birşey gördüğümü iddia eden ben bi noktadan sonra ilk günden yorgun düşüyorum :)



H&M krizimin geçmesini bekledikten sonra, belki de Stockholm'ün en keyif aldığım noktalarından biri olan Stureplan 'a varıyoruz.






Stureplan , elite tabakanın buluşma noktası. Oturduğumuz yerde herkesin gündüz vakti bile beyaz şaraplarını içtiğini , somonlu salatalarını yediğini görebiliyoruz. E tabi hazır İskandinavya'nın göbeğindeyken somon'un dibine vurmazsak olmaz.:)













İlk gözümüze çarpan mekan : Sturehof





Beyaz saçlı ,takım elbiseli yıllanmış isveç'lilerden tutun, iş arasında bir drink atmak için gelen yakışıklı sarışın erkekler, bebek arabalı , tamamen marka giyinen 30'lu yaşlardaki , iskandinavya'nın hakkını veren kadınlar, gençler.. Yüksek gelirli kesimden her yaşta insan burada.



Birbirinden güzel salatalar, değişik sandviçler arasından seçtiklerimizle, yemekte masaya tereyağ ile getirilen isveç ekmekleri , ve tabiki somon, öğlen yemeğimizi renklendiriyor.



Üstelik Stureplan'da ilgi çeken tek mekan burası da değil. Etrafa baktığınızda gündüz ya da gece farketmeden şık giyimli bir çok isveçli'yi Stureplan'daki her restaurant veya cafe 'de salınırken görüyorsunuz.



İkinci popüler mekan ise bir uzakdoğu lokantası: East



Birçok yer gezmiş ve birçok restaurant'ta gurme edasıyla(!) yediğim yemeklerden sonra gururla söyleyebilirim ki East benim en çok beğendiğim restaurant'lar arasında ilk 5 e giriyor. Menu o kadar zengin olmasına rağmen herşeyden yemek istiyorum ve 2 kişinin yiyebileceği max siparişi veriyoruz. Yemekler o kadar lezzetli ki : özellikle sebzeli pancake giden herkesin yemesi gereken tadı damakta kalan bir başlangıç.Sonuç 5yıldız.:)



Stureplan'da ilgi çeken diğer kalabalık mekanın ismi meçhul: Belki de ben hatırlayamıyorum . Ama meydandaki Sture adındaki pasaja girmeden, Sturehof'un yanında göreceğiniz tentenin altındaki kalabalık kendini belli edecektir. Saydığım 3 yerden tek mutfaksız olanı bu! İstediğiniz tipte kıyafetle topuklu ya da parmak arası terlik, keyifle sohbet edebileceğiniz ve içkinizi yudumlayabileceğiniz bir yer. Stockholm'ün yazın kararmayan beyaz gecelerini burada sonlandırmak keyifli olabilir.
Not: Yaş sınırı var kapıda mutlaka kimliğe bakıyorlar.
Bir dahaki yazıda alışveriş yerlerinin kirli çamaşırlarını ve bütün sırlarını ortaya dökücem !!Şimdilik hoşçakalın :)


















26 Ekim 2009 Pazartesi

I ♥ CPH (2)

Bu şehre adımımızı ilk attığımız saatlerde otelimizin yakınlarından gelen acı çığlıklar ve bağırışlar ve sanki doğranıyormuş gibi bağıran senkronize insan sesleri birbirimize korku dolu gözlerle bakmamıza yol açmıştı. Oysa bu efsane çığlıkların sebebi sadece bir eğlence parkı. Ve karşınızda İskandinavya'nın bir numaralı Avrupa 'nın 3. en büyük ve popüler eğlence parkı ; "Tivoli"!!!







Adam başı aşağı yukarı euro hesaplamasıyla 40 euro 'ya patlayan bir girişle çığlık makinesinin tam ortasındayız. İşin ilginç tarafı içeride çocuktan çok yetişkinler var. Bir trenin bitişinden, diğer trene doğru koşuşturuyorlar kalabalıklar halinde.


Çok düzlük bir ülkede , çok düzlük bir alana inşa edildiği için Tivoli'nin her köşesi önceden tahmin edemeyeceğiniz sürprizlerle dolu. Dev tren raylarının arkasına dolandığınızda inanılmaz yüksek bir kule, onun arkasına geçtiğinizde de ağaçlar tarafından gizlenmiş insanı çalkalayan bir canavar hemen onun çevresinde insanı şaşkına çeviren harika bir gölet..



1843 'te kurulan bu dünyanın en eski eğlence parkının içinde yok yok. Göletin etrafı birbirinden lezzetli restaurantlarla dolu. Göletin içinde yüzen gondollarda yemek yemek de mümkün. Burda sanki yılın her günü cadılar bayramı gibi ışıklarla donatılmış. Parkın diğer tarafında big band orkestra harika bir müzik şöleni sunuyor.Bunların yanında Tivoli'nin içinde barındırdığı konser salonları, dev akvaryumlar , pandomim tiyatroları , ve üniformalı gençlerden oluşan "Tivoli Boys Guard" orkestrası da belirli saatlerde hizmet sunuyor. Saatler 22:00'ye doğru yaklaşırken hava apaydınlık olmasına rağmen artık şu çığlık makinelerini denememiz gerektiği kararına varıyoruz. İlk durak şeytan tren "Daemonen". İnsanı çileden çıkarır şekilde çok yüksek bir yokuşu tırmanıpi en sonunda yavaşlayıp bir anda kendinizi yerde bulduğunuz şu meşhur trenlerden. Nitekim trenin bir noktasında otomatik olarak çekilen resim çıkışta korkudan bacaklarımız titrerken bir yandan da çığlık çığlığa bir gülme krizine yakalanmamıza sebep oluyor :)









Rezil rüsva korkak resimlerinizin Daemonen'in çıkışında tüm ekranlarda verilmesi de cabası!


Tivoli'ye rezil olduktan sonra ben en önde hiç de korkak olmadığımı ispatlamak için şu kocaman kuleye doğru koşuyorum.
Bu kulenin ismi "Golden Tower" . Altın olup olmadığını bilemem ama sadece bir koltukta ayaklarınız aşağıya sallanarak çıktığınız 60 metreden bütün Danimarka'nın ucu bucağı görünüyor gibi. Manzara ne kadar güzelmiş diyip 5-6 saniyelik bir rahatlamadan sonra en beklemediğiniz anda taş gibi yere doğru çakılıyorsunuz. ikinci kez daha yavaşça yukarı çıkarken ancak 2. nefesi alabiliyorsunuz zaten. Yani süreç o kadar kısa ama o kadar insanın canından bişey alıyor :)














Bu noktada tüm Danimarka halkına Türklerin korkusuzluğunu göstermiş olduğumuza inanıp 80 metre yükseklikte salıncaklarla döndüren "Star Flyer" a binmeme kararını alıyoruz. :)


Bu noktada daha az korkunç olduğunu düşünüp 10000 kere yanıldığım bir alete doğru koşuyorum. En önde koşarak binmem etraftaki herkesi etkilemiş olmalı. Bu yeni dostumuzun ismi "The Dragon".


Benim koyduğum isim ise "Shaker" çünkü dünyanın kaç bucak olduğunu ona binince anlıyorsunuz. Fizik kurallarını yıkarcasına aynı anda hem sağa sola dönüyor, hem alçalıp yükseliyor, hem büyük bir daire çiziyor hemde öne ve arkaya yatıyor.Ve bu işkence çok ama çoook uzun sürüyor!!! Kimsenin beni anlayamayacağını unutmuş olmalıyım ki avazım çıktığı kadar "Durdurun" diye yalvarmak zorunda kalıyorum ama nafile .. Boyun ve bel fıtığı olduğuma kesin kanaat getirerek daha yumuşak oyuncaklara doğru yol alıyoruz! Bir süre hiç konuşmadan 7-10 yaş arasının tercih ettiği dönme dolaplara , hızlı (!) trenlere , korku tünellerine falan biniyoruz. Zaten parkın en vahşi araçları bizim tarafımızdan tüketilmiş ve itinayla denenmiş oluyor.











Hava kararırken harika bir müzik eşliğinde büyük gölette yapılan su gösterileri biraz olsun yatışmamıza ve keyifli dakikalar geçirmemize yol açıyor. Dev canavarların yavaş yavaş kapanmasıyla çığlıklar azalıyor , karanlık korku oyuncaklarını gizliyor ve Tivoli gerçekten ışıklar içinde bir huzur ülkesi haline geliyor.






Ertesi güne bacaklarımız ve kollarımız tutulmuş kimi uzuvlarımız morarmış olarak uyanıyoruz. Ama eğlenceye sonuna kadar değiyor. Akşam saatlerindeki uçağımıza kadar tekrar gündüz Nyhavn ziyaretlerimizi , son mağaza keşiflerimizi ve park ziyaretlerimizi gerçekleştiriyoruz. Ziyaretimizden önce gittiğimiz Berlin'e göre buranın parkları çok çok daha bakımlı. Moda dergilerinden fırlamış gibi görünen Danimarka halkı kendini parkların çimenlerine atmış. Nyhavn'da ise daha çok yabancılar çoğunlukta. Yoğun kalabalığın bir kısmı barlarda biralanırken diğer kısım da feribotlarla gezinti peşinde. Biz fotoğraf çekerken neşeyle bize el sallıyorlar:)

Saatlerimiz 17:00 yi gösterirken bu güzel minik şehre vedamızı yapıp güzeller güzeli havaalanımıza doğru yol alıyoruz. Türkiye -Almanya milli maçını orda izleyip uçağımızla Berlin'e dönüş yapacağız. Ancak Easyjet yapacağını yapıyor; biz acaba maçı izleyebilecek miyiz derken maç bitiyor , mağazalar kapanıyor , uçaklar iniyor kalkıyor bizim uçak hareket edeceğe benzemiyor. 5 saat rötar sonrasında Kopenhag'ın bir türlü kararmayan havası bile kararıyor ve biz de Kopenhag ile Malmö'yü birbirine bağlayan 15 km uzunluğundaki Öresund köprüsünün harika manzarası eşliğinde bulutlara yükseliyoruz. :)






























































26 Eylül 2009 Cumartesi

Yeni Yazılar..

Sırasıyla Stockholm, Helsinki ve Tallinn çok yakında :)

15 Eylül 2009 Salı

I ♥ CPH (1)


Berlin'e gitmeye karar verdiğimizde 9 günlük tatilimizin tamamını Berlin'de geçirmeyi pek istememiştik. Nitekim o zamanlar Berlin'in ne kadar dolu ve güzel bir şehir olduğunu bilmiyorduk. O yüzden "Hadi şu Easyjet çılgınlığına biz de katılalım, inanılmaz fiyatlara biryerlere gidelim" akımına kaptırdık kendimizi. En yakın neresi var , 2-3 günümüzü nereye ayırabiliriz derken, Kopenhag ilişti gözümüze. Çok çılgın fiyatlar olmasa da adambaşı 70 euro'ya Berlin-Kopenhag gidiş dönüş biletlerimiz alınmıştı.
Berlin'deki tatilimizin 3. gününün akşamı Easyjet yolcuları olarak saat 21.30 gibi Kopenhag Havalimanına varıyoruz. Bu havalimanı tam anlamıyla bir tasarım harikası. Zaten 2004'te Avrupa'nın en iyi havalimanı da seçilmiş ödüllü bir yer. Bütün turist guide'larında görülmesi gereken yerlerden biri olarak adlandırılıyor. Havaalanından oldukça etkilenmiş halde şehir merkezine ortalama 13 euro tutacak olan 8 km lik yolculuğumuz için taksiye biniyoruz. Otelimiz meşhur "Tivoli Gardens" 'ın hemen yakınında..

Hava oldukça serin ve rüzgarlı.. Haziran ayında olmamıza rağmen hava 7 derece. Berlin'de kısa kollularla destan yazmış olan bizler bu kez kat kay giyinmekten hareket kısıtlaması içindeyiz :)

Henüz güneş batmamış olduğundan saati pek kestirmek mümkün değil. Nyhavn 'a kadar yürüdüğümüzde teknelerin arasında içki içen insanlar var ve sahilde kurulmuş sahnede şarkı söyleyen grup sahneden indiğinde saatin farkında olmadığımızdan "ne çabuk indiler" gibi tepkiler veriyoruz. Oysa saatler çoktan 22.45.
Yemek yemek için geç kaldığımızı farkedip, turistik hareketlere alerjimiz olmasına rağmen ,bütün turistlerin yemek yediği limandaki rengarenk binalardaki restaurantlardan birine dalıyoruz. Buranın adı Cap Horn. Mum ışığında dışarıdaki kalabalığı seyrederken , ıstakoz ve bonfile den oluşan yemeklerimizi afiyetle yiyoruz. Tabi Danimarka Kronuna alışmamış olmanın verdiği rahatlıkla saf turistler gibi paralarımızı ödediğimizde ne kadar pahalıya patladığını henüz anlayamamış oluyoruz. Neyse ki yemekler harika..

Yemeğimizi bitirdiğimizde saatler zaten gece 12 'yi buluyor. Bir iki saat daha yine Nyhavn'daki bir pub'da canlı müzik dinleyerek vakit öldürüyoruz. Gece odaya döndüğümüzde turistik gezi hakkımızı çoktan doldurduğumuzu düşünüyoruz.:)

Ertesi sabah uyandığımızda daha güzel bir hava bekliyoruz ama olmuyor. Çok daha kuru bir soğuk var ama en azından güneşli bir hava.
Sabah uyanır uyanmaz otele ve bizim keşfetmeyi merak ettiğimiz şehir merkezine daha ters bir yöndeki Meyer's Deli'ye gidiyoruz. Gittiğimize de değiyor. Hem şehrin diğer tarafına doğru yürürken bir yandan bulduğumuz küçük butiklere giriyoruz. Meyer's Deli makul bir dolulukta. İçeri girer girmez yoğun kahve kokusu yüzünüze vuruyor. Keyifli bir kahvaltıdan sonra sokaklara dökülüyoruz.






Kopenhag zaten küçük bir şehir olduğundan alışveriş ve yemek yerlerini bulmak o kadar yetenek istemiyor. Kongens Nytorv 'dan Rådhuspladsen'e kadar uzanan Strøget bu İskandinavya şehrinin en büyük alışveriş caddesi. Onu çevreleye bütün sokaklarda en az Strøget kadar cazip alışveriş olanakları sunuyor. Bir Avrupa klasiği olan H&M'de bu caddede yerini almış. Aynı zamanda çok ülkede bulunmayan Urban Outfitters , Tiger of Sweden gibi mağazalar da bu caddede. Illum gibi alışveriş merkezlerinin yanısıra ara sokaklardaki isimsiz küçük butikler de ilgi çekici. Danimarka küçücük bir ülke olmasına rağmen moda ve giyim zevki konusunda büyük Avrupa şehirlerini pek de aratmıyor. Kızların hepsi dedikoduları doğrular şekilde "çok güzel" ve giyim tarzları en son modayı yansıtıyor. Zaten modaya bu kadar ilgili olan bu ülkenin kendinden ünlü tasarımcıları da bolca var.
Bir de insan çok fena halde bisiklete binmeye özeniyor.Amsterdam 'daki bisiklet karmaşasının aksine ,burdaki insanların dingin biçimde, işe güce giderken çocuklarını sepetlere doldurdukları o değişik bisiklet modelleri , her Allahın günü işe, eve , arkadaşa giderken çekilen o İstanbul trafiğini düşününce insanı ağlatır gibi oluyor :)



Kopenhag'da daha sonra hayatımdan asla çıkmasını istemeyeceğim bir markayı "Just Female" ve yan markası "Second Female"'i de keşfediyorum. Ne kadar küçücük parçalara kocaman paralar isteseler de çok zevkli ve değişik ürünleri olduğu bir gerçek.



Amagertorv meydanına geldiğimizde nerdeyse bütün kalabalığın burada toplanmış olduğu görülüyor. Buradaki büyük kafeler "Café Norden" ve "Café Europa" da neredeyse hiç oturacak yer yok. O yüzden alışveriş molamızı Illum 'un altındaki cafe de somon yiyerek veriyoruz.
Genelde bütün İskandinav ülkelerinde olduğu gibi Kopenhag'da da cam ,seramik ya da porselen sanatlarından birine mutlaka bulaşılmış. Alışveriş caddelerinin ortasındaki "Royal Copenhagen" porselen mağazasıyla "Georg Jensen" birilerine pahalı ev hediyesi almak isteyenler için birebir :)
Yine Stroget ile kesişen Købmagergade'de yine alışveriş tutkunlarının gitmek isteyeceği bir sokak.
Akşam yemeği için ise öğlen yer bulamadığımız meşhur Cafe Europa'yı tercih ediyoruz. Rahat rahat geleni geçeni izleyelim diye dışarı oturuyoruz ancak hava öyle bir soğuyor ki sandalyelerin üstündeki kalın battaniyeler bizim için değer kazanıyor ,bir anda neden orda olduklarını anlayıveriyoruz :)
Café Europa ne kadar genç Kopenhag halkına hitap eder görünse de fiyatlarıyla bize pek de hitap edemiyor. Normal standartlarda et içeren bir yemeğe 60 euro veriyoruz. Oturduğumuz yerin merkezi oluşu sanırım bu parayı gerektiriyor.:)
Akşam 22.00 den sonra daha hava kararmadan vardığımız şu ünlü Tivoli Bahçeleri macerası bir sonraki yazıda :)

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ich bin ein Berliner.. (4)

BERLİN'DE YEMEK...

Berlin alışverişiyle renkli olduğu kadar restaurantlarıyla da çok çeşitliği barındıran bir şehir. Guy 'de tattığımız füzyon mutfak şaheserlerinden sonra Monsieur Vuong'la Vietnam mutfağını ziyaret etmiştik. Ancak gözle görülür bir farkla Uzakdoğu mutfağı Berlin'de popüleritesini arttırmış. Birbirinden iyi çin -japon - vietnam -thai restaurantları var.

İlk durağımız oldukça bahsi geçen "Pan Asia".Rosenthaler Str.üzerinde bulunan Pan Asia'ya yolun ortasında bir kapıdan süzülerek giriliyor. Koridoru geçince Pan Asia'nın binaların avlusunda bulunan bahçesiyle karşılaşıyoruz. Masamız zaten rezervasyonlu. İçeride canla başla sushileri saran uzak doğulu şefleri görünce muhteşem sushileri yemek için sabırsızlanıyorum.
Sushiler genelde 2 euro'dan başlayan fiyatlarla sunuluyor. Ama tabi inside out olanlar daha pahalı. Biz 19 euro 'ya sushi tabağı istiyoruz. Geri kalanlar bir çeşit dim sum, bir çeşit noodle ve satay soslu tavuktan oluşuyor. En sonunda istediğimiz daha küçük olan sushi tabağındaki sashimi ler ziyan oluyor çünkü tok misafiri ağırlamak pek zor :)İçtiğimiz sake lerle birlikte 70 euro'ya yakın hesap ödüyoruz.

Bu seçenek çokluğuna rağmen Pan Asia buranın en iyi sushi cisi belli ki değil çünkü bir türlü yer bulup gidemediğimiz Gippstraße'deki Kuchi daha sakin bir sokakta bulunmasına rağmen daha kalabalık.

Japon macerası gördüklerimizle bitmiyor.Öğlen yemeklerimizden birini Go-Ko Sushi 'de yemeyi tercih ediyoruz.Buradaki sushiler diğer yediğimiz yerlerden çok daha hafif. Tam bir Japon mimarisiyle süslenmiş olan Go-ko 'nun dışındaki masalara oturuyoruz.
Öğlen menüsünü sipariş edip yaklaşık 20'şer euro'ya birçok seçenekten faydalanıyoruz.
En enteresanı da cola siparişi verdiğinizde Afri Cola gelmesi.. :)

En son gecemizde rotamızı uzakdoğudan İtalya'ya çeviriyoruz ve bir dergide bahsi geçen Auguststraße'deki Al Dente'ye düşüyor bu kez yolumuz.
Haliyle en son gün olunca tercihimizi ucuzdan yapmaya çalışıyoruz. Amaç yemeklerin lezzetini ölçmek ise Al Dente'nin aslında en basit şeyi , olağanüstü bir şekilde yapabiliyor olması gerekmez mi ? :)

Bu yüzden menüdeki ilk makarna olan fesleğenli mozzarellalı spagetti 'yi ve 2. seçenek olan zeytin yağı chilli biber ve sarmısaklı soslu spagetti'yi ısmarlıyoruz. En basit kırmızı şarap seçimimizle masamız renkleniyor ve iyi bir makarna yiyip, şarap içtiğimiz yemeğimize iki kişi 40 euro ödüyoruz.

Berlin'e vedamız en hoşumuza giden mekanlardan birinde oluyor. "Altes Europa" aslında birçok kişinin önünden geçse farketmeyeceği kadar basit bir yer. Tabi içerisi her gece o kadar kalabalık olmassa..
Son derece basit döşenmiş , hatta mimarisine hiç çaba harcanmamış bir yer burası. Ancak her gece dolup taşıyor ve içindeki insanlarla, personelin ilgisiyle bambaşka bir yere dönüşüyor burası.. Kimi yemek yemeye gelirken, kimi günün son içkisini burda içiyor. Web sitesine bakıldığında bu vizyona sahip olan sahiplerinin ya da işletmecilerinin oldukça değişik mekanlara imza attıklarını görebiliyoruz.
Keyifli bir bira ile southern comfort ve lime juice karışımı içtikten sonra otelimize mecburi dönüşümüzü gerçekleştiriyoruz.



Berlin aklımızda kalan tek yeri "Mitte" siyle umduğumuzdan çok farklı bir görünüm sergiliyor ve yemek çeşitliliği, gece eğlencesi değişik insanları , yolda yürürken her an karşılaşabileceğiniz kostümlü eşcinselleri, hiç tahmin edilemeyecek kadar sıcakkanlı insanları, çok enteresan saç kesimlerine sahip kızları, kafeleri, kocaman bardaklarda servis ettikleri meyve suları, 4 euro'ya yediğimiz olağanüstü currywurstları (sürekli yemekten mi bahsediorum ?! :)) ) ya da alışveriş olanaklarıyla beklentimizin çok daha fazlasını bize veriyor.
Berlin'den ayrılırken sanki 6 gün yetmemiş yapmamız gereken daha birçok şey varmış hissiyle veda ediyoruz.Sanki çok yakında tekrar gidicekmişim gibi.. Beklermiş gibi.. :)









22 Ağustos 2009 Cumartesi

Ich Bin ein Berliner.. (3)

Berlin hiç de tahmin edemediğim kadar alışverişe uygun bir yer. Bütün büyük giyim zincirlerinin yanısıra birçok lokal butikler , "no name " tasarımcıların çarpıcı tasarımlarının sergilendiği mağazalar, büyük department store lar var. Bunlardan en bilineni Friedrichstraße 'deki "Quartier 206". Louis Vuitton 'dan Etro 'ya, Gucci'den Bottega Veneta 'ya varan birsürü lüks giyim mağazası burada bulunuyor. İçerisinin dekorasyonu oldukça şık. Ünlü Newyork'lu mimarlık şirketlerinin tasarımı olan Quartier 206'da,siyah beyaz karolar , uzun mermer merdivenler ve alışveriş merkezinin ortasındaki kuyruklu piyano birbirini tamamlıyor.


Lüks alışveriş tutkumuzu tamamlayacak en ciddi mağaza ise kuşkusuz "LaFayette". 100'ü aşkın markayı barındıran alışveriş merkezinin en alt katı iste gurme katı. Reyonlarda binbir çeşit çikolata , en iyi kalitede şaraplar , peynirler ve salam çeşitleri var. Tanıştığımız italyan lafayette çalışanı sohbet ederken, bize en güzel salamlardan tattırıyor.En son gün tekrar bu kata uğrayarak İstanbul'a götüreceğimiz yiyecekleri alma kararı veriyoruz ama muhteşem dekorlu bu gurme market bugün bile aklımızdan çıkmıyor :)
Mitte'nin Alexanderplatz'ın altındaki bölgesi Quartier 206, Galleries la Fayette gibi lüks mağazaları barındırırken, yukarı bölgesi daha yerel tasarımcılara yer vermiş demiştim. Küçük dükkanlar kendi tasarımlarını satan sanatçılar çoğunlukta. Ancak dükkanların içinde kendileri kadar küçük fiyatlar görülemiyor malesef. Fiyatlar ünlü markaları aratmıyor. Ama tasarımlar olağanüstü.


Rosenthaler -Torstraße - Rosa Luxembourg - Münzstraße dörtgeni dışında Neue Schonhauser Str. ve Alte schonhauser Str. 'de oldukça ünlü markalarla yerel markaları barındırıyor. Bu bölgede "COS" mağazasını talan ediyoruz. %70'e varan indirim bize yarıyor.Bay-bayan ,20-30 euro arası oldukça basit dikimli ancak kullanışlı t shirtler alıyoruz. Fred Perry, Diesel, Pepe Jeans, Levi's, Paul Frank ve Adidas da diğer duraklar. Özellikle Diesel ve Adidas bulundurduğu ürünler açısından oldukça iyi.
Ayrıca kısa süre önce İstanbul'da da açılan Muji'den de bolca hediye alıyoruz.
Almanya'ya kadar gelmişken Birkenstock almadan da dönülmez tabi. Yine yaz indiriminden faydalanma şansını orda da elde ediyoruz.

Bu bölgedeki bütün kafeler bu kadar mı güzel olur! Sanki evde kullanmadıkları ne eşya varsa koymuşlar gibi görünen bütün kafelerin kahveleri cam su bardaklarında servis ediliyor. İçimizin dışımızın kahve olmasına umursamadan en ufak molayı bile kafelerde değerlendiriyoruz. Kafelerin önüne kurulan setlerin üstünde minik minderlere oturuyoruz. Favorimiz max 3-4 euro'ya aldığımız "cafe latte".




Ara sokaklara girdikçe keşfin bitmediği ortaya çıkıyor çünkü mitte'nin kuzey doğusuna doğru ilerlediğimizde birbirinden ilginç galerilere rastlıyoruz. Buradaki mimari yapılar oldukça değişiklik gösteriyor. Eski binaların arasında ultra modern, camlarla kaplı teraslı harika 3-4 katlı apartmanlar var.
Gippsstraße ,Auguststraße, Kleine Hamburger Straße turistlerden o kadar arınmış bölgeler ki, aralarında dolaşıp gerçek "Berliner" ' lere karıştığımızı hissediyoruz.
Oranienburger Str. 'deki "United Loneliness" dükkanındaki minik tablolarda kendimizi kaybediyoruz çünkü sanatçının çizdiği ufak karakterler o kadar özgün ki . Tabiki 20 'şer euro'ya bu küçük tablolardan birer tane ediniyoruz :)

E tabi bir de yine Neue Schönhauser Straße üzerindeki 14 oz. var. Çok fazla fikrim olmadığı halde buraya değinmeden edemeyeceğim. Ben Berlin'de iken bu dükkan henüz açılmamasına rağmen duvarını süsleyen binbir çeşit markası ve açılışını haykıran panolarıyla ilgimizi çekmişti.Kadın -erkek için ayakkabı , aksesuar, giyim vs adına bir sürü harika marka 14 oz. bünyesinde toplanmış. Şu anda Mitte'nin en gözde mağazalarındandır diye düşünüyorum.

Kaldığımız 6 günün her geçen gününde Berlin'in sokakları insanda alışkanlık yaratıyor.
Yiyecek , içecek ve keyif almanın her yolunu bir şekilde buluyoruz ve her konuda birbirinden iyi birçok seçeneğin olduğu bir şehirde olmak ayrı bir keyif veriyor. Akşam için en iyi restaurant'lar ise bir sonraki yazıda :)

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Ich bin ein Berliner.. (2)

BERLİN'DE BİR PAZAR...



Berlin'de pazar günü 'ne uyandık. Hava birgün öncesine göre oldukça sıcak. Bugün hedefimiz mağazaları dolaşmak vs olamayacağına göre kahvaltımızı değişik bir bölgede edip sonrasında şu meşhur Berlin duvarını görmeye adıyoruz kendimizi. Timeout 'tan aldığımız tüyolara göre kahvaltımızı Volkspark Friedrichshain 'deki "Schoenbrunn" de etmeyi düşünüyoruz.
Parkın içine kadar olan yolu uzattıkça uzatarak saat 11 gibi istediğimiz bölgeye varıyoruz. Restaurant'ın dış kısmı oldukça kalabalık. 15 dakika kadar bekledikten sonra hayalimizdeki pazar kahvaltısına kavuşuyoruz. Ufak porsiyonlar halinde gelen alman wurst'undan nutella'ya ve değişik çeşitlerde peynirlerden oluşan kahvaltımızı edip bitmek bilmeyen yürüyüşümüze devam ediyoruz.
Mitte'nin dışındaki Berlin pek parlak değil. Büyük siteler ve rezidanslardan oluşuyor. Kısaca onların arasından yürüyerek bir yerlere varmak pek tekdüze.
Danziger Straße 'den devam ederek, Bernauer Straße üzerindeki duvarımıza güneşin sıcaklığı maksimumdayken varıyoruz. Berlin duvarı dedikleri şey şöyle bir 50 metre kadar kalmış. Berlin Duvarı anıtı falan olmasa anlam
ayacağız..Etrafındaki binalarda o dönemden kalma kurşun izleri var.Duvar o zaman doğu ile Batı Berlin'i ayırırken bazı evleri de bahçelerinden ayırmış ya da ortalarından geçmiş. Bazı binalarında balkonundan baktığınızda doğu Berlin 'i görürken aslında Batı'dasınız. Yani çok kısa mesafelerin yarattığı uzaklıklar insanı şaşırtıyor.
Duvarın üstünde almanca "Berlin duvarı anıtı,
şehirin 13 Ağustos 1961'den 9 Kasım 1989'a kadar bölünmesi ve komünist faşist iktidarın kurbanları anısına.
Almanya Federal Cumhuriyeti ve Berlin tarafından inşa edilmiştir." yazıyor. (Çeviri için Duygu Şimşek'e teşekkürler :) )
Berlin Duvarı Anıtı'nı biraz dolaştıktan sonra, Mitte'ye trenle dönüş yapıyoruz. Bu kez hedefimiz "Check Point Charlie" 'ye ulaşmak.
1961'den sonra turistlerin,diplomatların ya da askeri personelin doğu Berlin'e girişi belirli kontrol noktalarından yapılıyormuş.Berlin'deki diğer 2 girişin isimleri alfabetik olarak "Alpha"ve "Bravo" olunca, üçüncü Friedrichstraße üzerindeki girişin ismi "Charlie" olmuş.
Buradaki kontrol işlevi 1990'da kaldırılmış ama anısına sadık kalınarak ordaki kontrol kulübesi hala duruyor. Hatta başına birde asker dikmişler elindeki su tüfeğiyle geleni geçeni ıslatıyor.:)
Sağda soldaki bütün binaların altında Türk satıcılar o zamanın asker kostümlerini 5 euro'dan kiralayarak fotoğraf çekilmesine izin veriyorlar. Bizde gülmekten kırılarak bu parayı gözden çıkarıyoruz ve özellikle ortaya saçma sapan resimler çıkıyor :)


Hemen akşam oluveriyor. Odamıza dönüp yemek için hazırlanıoruz. Bu akşamki yemek yerimiz Alte schönhauserstraße deki "Monsieur Vuong" . Monsieur Vuong'un ünü o kadar artmış ki kalabalık sokaklara taşmış . Zaten Berlin'le ilgili neredeyse her dergide bu mütevazi ve günlük mekan anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Vietnam yemekleri yiyerek midemiz bayram etsin istiyoruz ki gerçekten öyle oluyor. Monsieur Vuong bizden yüksek puan alıyor !!
25 euro'yu geçirmeden doyuran yemeğimizi yiyip mitte'de birer bira içtikten sonra otelimize geri dönmek istiyoruz. Geri dönerken aşırı bir yağmur bastırıyor, küçük şemsiyemizin altına sıkışıp dinmesini bekliyoruz ama her yerimiz ıslanıyor.Şapada şupada yürüyüp artık ıslanmayı göze alıp otelimize vararak geceyi bitiriyoruz :)


http://www.schoenbrunn.net/

http://www.monsieurvuong.de