Google Analtytics

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ich bin ein Berliner.. (4)

BERLİN'DE YEMEK...

Berlin alışverişiyle renkli olduğu kadar restaurantlarıyla da çok çeşitliği barındıran bir şehir. Guy 'de tattığımız füzyon mutfak şaheserlerinden sonra Monsieur Vuong'la Vietnam mutfağını ziyaret etmiştik. Ancak gözle görülür bir farkla Uzakdoğu mutfağı Berlin'de popüleritesini arttırmış. Birbirinden iyi çin -japon - vietnam -thai restaurantları var.

İlk durağımız oldukça bahsi geçen "Pan Asia".Rosenthaler Str.üzerinde bulunan Pan Asia'ya yolun ortasında bir kapıdan süzülerek giriliyor. Koridoru geçince Pan Asia'nın binaların avlusunda bulunan bahçesiyle karşılaşıyoruz. Masamız zaten rezervasyonlu. İçeride canla başla sushileri saran uzak doğulu şefleri görünce muhteşem sushileri yemek için sabırsızlanıyorum.
Sushiler genelde 2 euro'dan başlayan fiyatlarla sunuluyor. Ama tabi inside out olanlar daha pahalı. Biz 19 euro 'ya sushi tabağı istiyoruz. Geri kalanlar bir çeşit dim sum, bir çeşit noodle ve satay soslu tavuktan oluşuyor. En sonunda istediğimiz daha küçük olan sushi tabağındaki sashimi ler ziyan oluyor çünkü tok misafiri ağırlamak pek zor :)İçtiğimiz sake lerle birlikte 70 euro'ya yakın hesap ödüyoruz.

Bu seçenek çokluğuna rağmen Pan Asia buranın en iyi sushi cisi belli ki değil çünkü bir türlü yer bulup gidemediğimiz Gippstraße'deki Kuchi daha sakin bir sokakta bulunmasına rağmen daha kalabalık.

Japon macerası gördüklerimizle bitmiyor.Öğlen yemeklerimizden birini Go-Ko Sushi 'de yemeyi tercih ediyoruz.Buradaki sushiler diğer yediğimiz yerlerden çok daha hafif. Tam bir Japon mimarisiyle süslenmiş olan Go-ko 'nun dışındaki masalara oturuyoruz.
Öğlen menüsünü sipariş edip yaklaşık 20'şer euro'ya birçok seçenekten faydalanıyoruz.
En enteresanı da cola siparişi verdiğinizde Afri Cola gelmesi.. :)

En son gecemizde rotamızı uzakdoğudan İtalya'ya çeviriyoruz ve bir dergide bahsi geçen Auguststraße'deki Al Dente'ye düşüyor bu kez yolumuz.
Haliyle en son gün olunca tercihimizi ucuzdan yapmaya çalışıyoruz. Amaç yemeklerin lezzetini ölçmek ise Al Dente'nin aslında en basit şeyi , olağanüstü bir şekilde yapabiliyor olması gerekmez mi ? :)

Bu yüzden menüdeki ilk makarna olan fesleğenli mozzarellalı spagetti 'yi ve 2. seçenek olan zeytin yağı chilli biber ve sarmısaklı soslu spagetti'yi ısmarlıyoruz. En basit kırmızı şarap seçimimizle masamız renkleniyor ve iyi bir makarna yiyip, şarap içtiğimiz yemeğimize iki kişi 40 euro ödüyoruz.

Berlin'e vedamız en hoşumuza giden mekanlardan birinde oluyor. "Altes Europa" aslında birçok kişinin önünden geçse farketmeyeceği kadar basit bir yer. Tabi içerisi her gece o kadar kalabalık olmassa..
Son derece basit döşenmiş , hatta mimarisine hiç çaba harcanmamış bir yer burası. Ancak her gece dolup taşıyor ve içindeki insanlarla, personelin ilgisiyle bambaşka bir yere dönüşüyor burası.. Kimi yemek yemeye gelirken, kimi günün son içkisini burda içiyor. Web sitesine bakıldığında bu vizyona sahip olan sahiplerinin ya da işletmecilerinin oldukça değişik mekanlara imza attıklarını görebiliyoruz.
Keyifli bir bira ile southern comfort ve lime juice karışımı içtikten sonra otelimize mecburi dönüşümüzü gerçekleştiriyoruz.



Berlin aklımızda kalan tek yeri "Mitte" siyle umduğumuzdan çok farklı bir görünüm sergiliyor ve yemek çeşitliliği, gece eğlencesi değişik insanları , yolda yürürken her an karşılaşabileceğiniz kostümlü eşcinselleri, hiç tahmin edilemeyecek kadar sıcakkanlı insanları, çok enteresan saç kesimlerine sahip kızları, kafeleri, kocaman bardaklarda servis ettikleri meyve suları, 4 euro'ya yediğimiz olağanüstü currywurstları (sürekli yemekten mi bahsediorum ?! :)) ) ya da alışveriş olanaklarıyla beklentimizin çok daha fazlasını bize veriyor.
Berlin'den ayrılırken sanki 6 gün yetmemiş yapmamız gereken daha birçok şey varmış hissiyle veda ediyoruz.Sanki çok yakında tekrar gidicekmişim gibi.. Beklermiş gibi.. :)









22 Ağustos 2009 Cumartesi

Ich Bin ein Berliner.. (3)

Berlin hiç de tahmin edemediğim kadar alışverişe uygun bir yer. Bütün büyük giyim zincirlerinin yanısıra birçok lokal butikler , "no name " tasarımcıların çarpıcı tasarımlarının sergilendiği mağazalar, büyük department store lar var. Bunlardan en bilineni Friedrichstraße 'deki "Quartier 206". Louis Vuitton 'dan Etro 'ya, Gucci'den Bottega Veneta 'ya varan birsürü lüks giyim mağazası burada bulunuyor. İçerisinin dekorasyonu oldukça şık. Ünlü Newyork'lu mimarlık şirketlerinin tasarımı olan Quartier 206'da,siyah beyaz karolar , uzun mermer merdivenler ve alışveriş merkezinin ortasındaki kuyruklu piyano birbirini tamamlıyor.


Lüks alışveriş tutkumuzu tamamlayacak en ciddi mağaza ise kuşkusuz "LaFayette". 100'ü aşkın markayı barındıran alışveriş merkezinin en alt katı iste gurme katı. Reyonlarda binbir çeşit çikolata , en iyi kalitede şaraplar , peynirler ve salam çeşitleri var. Tanıştığımız italyan lafayette çalışanı sohbet ederken, bize en güzel salamlardan tattırıyor.En son gün tekrar bu kata uğrayarak İstanbul'a götüreceğimiz yiyecekleri alma kararı veriyoruz ama muhteşem dekorlu bu gurme market bugün bile aklımızdan çıkmıyor :)
Mitte'nin Alexanderplatz'ın altındaki bölgesi Quartier 206, Galleries la Fayette gibi lüks mağazaları barındırırken, yukarı bölgesi daha yerel tasarımcılara yer vermiş demiştim. Küçük dükkanlar kendi tasarımlarını satan sanatçılar çoğunlukta. Ancak dükkanların içinde kendileri kadar küçük fiyatlar görülemiyor malesef. Fiyatlar ünlü markaları aratmıyor. Ama tasarımlar olağanüstü.


Rosenthaler -Torstraße - Rosa Luxembourg - Münzstraße dörtgeni dışında Neue Schonhauser Str. ve Alte schonhauser Str. 'de oldukça ünlü markalarla yerel markaları barındırıyor. Bu bölgede "COS" mağazasını talan ediyoruz. %70'e varan indirim bize yarıyor.Bay-bayan ,20-30 euro arası oldukça basit dikimli ancak kullanışlı t shirtler alıyoruz. Fred Perry, Diesel, Pepe Jeans, Levi's, Paul Frank ve Adidas da diğer duraklar. Özellikle Diesel ve Adidas bulundurduğu ürünler açısından oldukça iyi.
Ayrıca kısa süre önce İstanbul'da da açılan Muji'den de bolca hediye alıyoruz.
Almanya'ya kadar gelmişken Birkenstock almadan da dönülmez tabi. Yine yaz indiriminden faydalanma şansını orda da elde ediyoruz.

Bu bölgedeki bütün kafeler bu kadar mı güzel olur! Sanki evde kullanmadıkları ne eşya varsa koymuşlar gibi görünen bütün kafelerin kahveleri cam su bardaklarında servis ediliyor. İçimizin dışımızın kahve olmasına umursamadan en ufak molayı bile kafelerde değerlendiriyoruz. Kafelerin önüne kurulan setlerin üstünde minik minderlere oturuyoruz. Favorimiz max 3-4 euro'ya aldığımız "cafe latte".




Ara sokaklara girdikçe keşfin bitmediği ortaya çıkıyor çünkü mitte'nin kuzey doğusuna doğru ilerlediğimizde birbirinden ilginç galerilere rastlıyoruz. Buradaki mimari yapılar oldukça değişiklik gösteriyor. Eski binaların arasında ultra modern, camlarla kaplı teraslı harika 3-4 katlı apartmanlar var.
Gippsstraße ,Auguststraße, Kleine Hamburger Straße turistlerden o kadar arınmış bölgeler ki, aralarında dolaşıp gerçek "Berliner" ' lere karıştığımızı hissediyoruz.
Oranienburger Str. 'deki "United Loneliness" dükkanındaki minik tablolarda kendimizi kaybediyoruz çünkü sanatçının çizdiği ufak karakterler o kadar özgün ki . Tabiki 20 'şer euro'ya bu küçük tablolardan birer tane ediniyoruz :)

E tabi bir de yine Neue Schönhauser Straße üzerindeki 14 oz. var. Çok fazla fikrim olmadığı halde buraya değinmeden edemeyeceğim. Ben Berlin'de iken bu dükkan henüz açılmamasına rağmen duvarını süsleyen binbir çeşit markası ve açılışını haykıran panolarıyla ilgimizi çekmişti.Kadın -erkek için ayakkabı , aksesuar, giyim vs adına bir sürü harika marka 14 oz. bünyesinde toplanmış. Şu anda Mitte'nin en gözde mağazalarındandır diye düşünüyorum.

Kaldığımız 6 günün her geçen gününde Berlin'in sokakları insanda alışkanlık yaratıyor.
Yiyecek , içecek ve keyif almanın her yolunu bir şekilde buluyoruz ve her konuda birbirinden iyi birçok seçeneğin olduğu bir şehirde olmak ayrı bir keyif veriyor. Akşam için en iyi restaurant'lar ise bir sonraki yazıda :)

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Ich bin ein Berliner.. (2)

BERLİN'DE BİR PAZAR...



Berlin'de pazar günü 'ne uyandık. Hava birgün öncesine göre oldukça sıcak. Bugün hedefimiz mağazaları dolaşmak vs olamayacağına göre kahvaltımızı değişik bir bölgede edip sonrasında şu meşhur Berlin duvarını görmeye adıyoruz kendimizi. Timeout 'tan aldığımız tüyolara göre kahvaltımızı Volkspark Friedrichshain 'deki "Schoenbrunn" de etmeyi düşünüyoruz.
Parkın içine kadar olan yolu uzattıkça uzatarak saat 11 gibi istediğimiz bölgeye varıyoruz. Restaurant'ın dış kısmı oldukça kalabalık. 15 dakika kadar bekledikten sonra hayalimizdeki pazar kahvaltısına kavuşuyoruz. Ufak porsiyonlar halinde gelen alman wurst'undan nutella'ya ve değişik çeşitlerde peynirlerden oluşan kahvaltımızı edip bitmek bilmeyen yürüyüşümüze devam ediyoruz.
Mitte'nin dışındaki Berlin pek parlak değil. Büyük siteler ve rezidanslardan oluşuyor. Kısaca onların arasından yürüyerek bir yerlere varmak pek tekdüze.
Danziger Straße 'den devam ederek, Bernauer Straße üzerindeki duvarımıza güneşin sıcaklığı maksimumdayken varıyoruz. Berlin duvarı dedikleri şey şöyle bir 50 metre kadar kalmış. Berlin Duvarı anıtı falan olmasa anlam
ayacağız..Etrafındaki binalarda o dönemden kalma kurşun izleri var.Duvar o zaman doğu ile Batı Berlin'i ayırırken bazı evleri de bahçelerinden ayırmış ya da ortalarından geçmiş. Bazı binalarında balkonundan baktığınızda doğu Berlin 'i görürken aslında Batı'dasınız. Yani çok kısa mesafelerin yarattığı uzaklıklar insanı şaşırtıyor.
Duvarın üstünde almanca "Berlin duvarı anıtı,
şehirin 13 Ağustos 1961'den 9 Kasım 1989'a kadar bölünmesi ve komünist faşist iktidarın kurbanları anısına.
Almanya Federal Cumhuriyeti ve Berlin tarafından inşa edilmiştir." yazıyor. (Çeviri için Duygu Şimşek'e teşekkürler :) )
Berlin Duvarı Anıtı'nı biraz dolaştıktan sonra, Mitte'ye trenle dönüş yapıyoruz. Bu kez hedefimiz "Check Point Charlie" 'ye ulaşmak.
1961'den sonra turistlerin,diplomatların ya da askeri personelin doğu Berlin'e girişi belirli kontrol noktalarından yapılıyormuş.Berlin'deki diğer 2 girişin isimleri alfabetik olarak "Alpha"ve "Bravo" olunca, üçüncü Friedrichstraße üzerindeki girişin ismi "Charlie" olmuş.
Buradaki kontrol işlevi 1990'da kaldırılmış ama anısına sadık kalınarak ordaki kontrol kulübesi hala duruyor. Hatta başına birde asker dikmişler elindeki su tüfeğiyle geleni geçeni ıslatıyor.:)
Sağda soldaki bütün binaların altında Türk satıcılar o zamanın asker kostümlerini 5 euro'dan kiralayarak fotoğraf çekilmesine izin veriyorlar. Bizde gülmekten kırılarak bu parayı gözden çıkarıyoruz ve özellikle ortaya saçma sapan resimler çıkıyor :)


Hemen akşam oluveriyor. Odamıza dönüp yemek için hazırlanıoruz. Bu akşamki yemek yerimiz Alte schönhauserstraße deki "Monsieur Vuong" . Monsieur Vuong'un ünü o kadar artmış ki kalabalık sokaklara taşmış . Zaten Berlin'le ilgili neredeyse her dergide bu mütevazi ve günlük mekan anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Vietnam yemekleri yiyerek midemiz bayram etsin istiyoruz ki gerçekten öyle oluyor. Monsieur Vuong bizden yüksek puan alıyor !!
25 euro'yu geçirmeden doyuran yemeğimizi yiyip mitte'de birer bira içtikten sonra otelimize geri dönmek istiyoruz. Geri dönerken aşırı bir yağmur bastırıyor, küçük şemsiyemizin altına sıkışıp dinmesini bekliyoruz ama her yerimiz ıslanıyor.Şapada şupada yürüyüp artık ıslanmayı göze alıp otelimize vararak geceyi bitiriyoruz :)


http://www.schoenbrunn.net/

http://www.monsieurvuong.de


Ich bin ein Berliner.. (1)

BERLİN İN BERLİN..

İkinci durağım olarak Berlin'i yazmaya karar verdim. Sokakları,havasını,binaları ve kafelerini o kadar özledim ki sürekli resimlerine bakarken buluyorum kendimi.

Berlin'e gitmeden önce bir sürü guide ısmarlamışız zaten kafamızda nerelere gideceğimiz belli gibi. Ama geldiğimizde bu kadar iyi bir şehir bulmayı pek beklemiyorduk. Klasik yurtdışındaki ilk tercihlerimizden Park Plaza 'nın otelin Wallstrasse yani bildiğimiz Wallstreet 'in Berlin versiyonunda olmasından dolayı dolar desenli yumuşacık halılarının üzerine kurulmuş kocaman yatağımız.. İçimizde şehri keşfetme heyecanı ile alelacele giyinip sokaklara çıkıyoruz. Otelimizin tam karşısında metro girişi var.
Burdaki ilk amaç şu meşhur Alexanderplatz 'a ulaşmak. Berlin'de bu pek de zor değil. Gökyüzünün derinliklerine kadar uzanan devasa metal kuleyi nerdeyse şehrin heryerinden görebiliyorsunuz.Onu takip ederek Alexanderplatz'a varıyoruz.Alexanderplatz 'a doğru yürürken yanından geçtiğimiz parklar pek bir bakımsız. Çimenleri sararmış kupkuru olmuş. Sokaklar da nedense biraz boş, daha canlı bir şehir beklentisindeyiz ki birbirimize "Neden boş acaba?" diye sorup duruyoruz.

Karnımız yolculuk sonrası oldukça aç. Ben yine Avrupa'ya ayak basmış insan heyecanıyla Alman sosisleri , prosciutto lar, Danimarka salamları yemek peşindeyim. Aradığımız yeri bulmak zor olmuyor. Hemen bir pub a oturuyoruz.Peynir ve jambon tabağı eşliğinde biralarımızı yudumlarken bir yandan nereye doğru yürüyeceğimizin planlarını yapıyoruz.

Araştırmalarımıza göre en popüler yerler Mitte, meşhur Galleries La Fayette'in de olduğu daha pahalı mağazaları barındıran Französische Straße çevresi ve Kurfurstendamm.
Kreuzberg 'den çok Türk olduğu için mümkün olduğunca uzak durmaya çalışıyoruz. Amaç has be has Berliner yerleri keşfetmek :)

ALIŞVERİŞ TURU BAŞLASIN...

Mitte'nin 70'li yılları yansıtan mimarideki binalarının arasında dolaşırken birsürü küçük kafelere , binaların avlularına yayılmış butiklere rastlıyoruz. Hava hafif serin ,sweatshirtle yürümek iyi geliyor ama Berlin halkı sokaklara atılmış kısa kollularla.
Sokaklarda her yan graffitilerle dolu. Daracık girintilerden kafamızı sokunca kendi tshirt lerini basan bohem dükkanlardan tutun, ufacık sanat galerileri gibi küçük sürprizlerle karşılaşıyoruz.
Heryerde %50 indirim yazılarının olması beni ayrıca pek bir mutlu ediyor tabi. :)



Rosenthaler Straße 'de içine girdiğimiz pasajvari ama tepesi açık alışveriş bölgesi bana Londra'nın Carnaby Street 'ini hatırlatıyor.
Bu meydanın ortasında çok ufak ,ağaçlar içinde bir kafe /şarapevi var. (Amicvs Vini )
Buranın içinde o kadar çok şey beğeniyorum ki ilk günden kendime hakim olma sıkıntısına giriyorum :)
Rosenthaler -Torstraße - Rosa Luxembourg - Münzstraße dörtgeninde hiç beklemediğim kadar güzel , rahat ve moda-yaşam-sanat konusunda gelişmiş,sadece Mitte'siyle Newyork'un ya da Londra'nın SoHo 'suyla karşılaştırılabilecek bir Berlin'le tanışıyorum. Ve tatilimin her gününü burda geçirmek istediğimi artık biliyorum.

DINNER TIME..


Akşam Jägerstraße üzerindeki "Guy" Restaurant'ta rezervasyonumuz var. Oraya ulaşmak için yürürken kocaman bir meydana varıyoruz. Berlin Devlet Tiyatrosu'nun görkemli binasının yanısıra Schauspielhaus Tiyatro Binası ve Französische Fiedrichstadtkirche 'nin bulunduğu bu eski meydan da Berlin'liler şaraplarını yudumlarken neredeyse her restaurant'ın açık alanında kemancılar klasik müzikle eşlik ediyorlar.


Sonuç olarak Guy 'e varıyoruz. Kocaman bardaklarda gelen şaraplarımızla , küçücük ama leziz porsiyonlarla gelen yemeklerimizin tadına varıyoruz. Güleryüzlü personel ve ambiyans ödediğimiz fazlaca euroları (+-100 euro) bize unutturuyor ve Berlin'deki ilk günümüz tatmin olmuş bir şekilde sona eriyor :)

18 Ağustos 2009 Salı

I Amsterdam.. (4)



Amsterdam 'ın en güzel yanı bence pazar günleri.. Özellikle Jordaan denilen mahallesinde ,herkes kanal kenarındaki küçük kafelerde, arada sırada bulutların arasından sırıtan güneşe doğru oturup kahvaltılarını ediyor.
Şansımıza tatil boyunca her gün güneşi az çok görebiliyoruz.Ne soğuktan ne de sıcaktan şikayetimiz var.
Bazı şanslı ailelerin tekneleri var. Çoluk çocuk teknelere doluşup kanalda ayrı bir keyif yapıyorlar.
Jordaan biraz daha sohovari. Daha bohem. Sanat galerileri görüyoruz ama Pazar günü kapalı.Birçok şehirin standart zincir kafelerinden çok farklı minik kafeler var.Bir yerlerden yükselen müzik sesini takip edince Westerstraat yakınlarında çalan bir gruba rastlıyoruz.
American Apparel mağazası da zaten bu sokağın üstünde.
Kafeler o kadar güzel ki neredeyse son günümüzün her saati bir kafede kahve içiyoruz ya da şu müthiş patates kızartmalarından yiyoruz.

Arkadaşlarımızla son kez nine little streets taraflarında buluşuyoruz ve alışveriş karmaşası derken tam olarak vedalaşamadan ayrılıyoruz. Aslında bir bakıma iyi oluyor 4 gün olsa da insan acaip alışıyor :)

Gitmeden son bir oburluk kavgasına girip 2 euro'ya hayatımın çileklerinden yiyorum. Midemde daha fazla yer kalmadığından ve uçağımıza kalan zaman da gitgide azaldığından artık otelimize dönüp bavulları alıyoruz.

Son durak Schipol havalimanı. Çok büyük çok güzel.. Artık biten paramı kontrol edercesine cüzdanımı açıyorum ama pek fazla para göremiyorum. Onun haricinde fişler, tramvay biletleri,otelden aldığım ama bir türlü gidemediğimiz pancake yapan kafelerin kartları...
Kulağımda Sting'in sesi , burnumda pink elephant kokusu , ağzımda da muhteşem çileklerimin tadı, burnumu uçağın camına yapıştırarak Amsterdam'a veda ediyorum.

http://americanapparel.net/

http://www.schiphol.nl/



I Amsterdam.. (3) Geceler..

Amsterdam 'ın en bilindik özelliği herhalde uyuşturucu ve sex konusundaki insanların son derece rahat olmasıdır. Ama nedense insan oraya kadar gidip de o serbestliği görünce istemiyor. 4 günlük tatilde sadece bir gece Leidseplein'daki "The Bulldog" bara gidiyoruz.Zaten dört bir yanda olan pubların neredeyse hepsinde uyuşturucu serbest.Ama sokaklarda içmek yasak.Bu da dengeyi az da olsa sağlıyor.Çünkü sokaklarda ya da kafelerde herhangi bir sapkınlık olmuyor. Bulldog'da herşeye gülüyoruz ama sonra biraz sıkılıp C vitaminlerini midemize indirip ayılıyoruz.Sanki yasakları delmek her zaman zevkliymiş de o yasak serbest olunca zevki kalmamış gibi.. Belki de eğlence için bunlara ihtiyaç duymuyoruz.
Bize ağır şeyler değil de sanki şu "space cake" ler daha uygun geliyor. Görüntü normal bir muffin ama tadı olağanüstü ve insanı tatlı komasına sokuyor.Onları yiyip etkisini gösterene kadar Redlight Street 'e atıyoruz kendimizi.

Burası gerçek bir komedi. Her tarafta yere kadar pencereler ve neon ışıkların önünde iç çamaşırlı kızlar.İnanılmaz güzel olanları da var normal olanları da .. Elleriyle bizlere öpücük yolluyorlar zaten kimin turist kimin müşteri olduğu çok belli oluyor. Gidenlerin %80 i de turist.
Sonra bir adamın bağırışlarına kulak verip 20 euro giriş vererek kendimizi "Show" da buluyoruz.
Biz 3 kız en önde izlerken erkekler arkalara kaçarak görünmemeye çalışıyorlar.
Kahkaha dolu bir yarım saatten sonra ordan çıkıp karnımızı doyuruyoruz ve herhalde hepimizin en çok güldüğü gecelerden biri anılarımıza yazılıyor.3. gece bizim için ayrı önemli çünkü birkaç hafta öncesinden yaptırdığımız bir akşam yemeği rezervasyonu söz konusu. Bahsi geçen restaurant "Fifteen". Kapıda başlangıç olarak aldığımız içkilerimizle biraz bekledikten sonra masamıza alınıyoruz.Mütevazi döşenmiş her kesimden insanın geldiği döneminin çok popüler restaurant' larından biri burası.Heyecanla yemeklerin Herengracht 'taki kadar lezzetli olmasını diliyoruz ama önümüze 8 çeşitten oluşan bir menü geliyor.
Başlangıç, salata,ana yemek ve tatlı olarak 2'şer seçeneğin var. Biz beğendiklerimiz istiyoruz ama fazla bir seçim şansımız olmadığı için hafiften bir hayal kırıklığı içindeyiz.2 haftada bir değişen bir menüye sahip Fifteen. Reklamda sınır yok o yüzden dünyaca ünlü şefimiz Jamie Olivers 'dan şahane yemekler bekliyorum. Ama olmuyor , damak tadım tutmuyor. Tatlıyı hiç beğenmediğim için menünün 46 euro'luk fix fiyatından bize indirim yapıyorlar ve süklüm püklüm ayrılıyorum.

Yemek hayal kırıklığından sonra " şöyle felekten bir gece olsun" diye Amsterdam 'da Erasmus yapan arkadaşımıza bizi bir kulübe götürmesini söylüyoruz. O da bizi Amsterdam 'ın en bilinen kulüplerinden Paradiso'ya götürüyor. Giriş sırasında beklediğimiz yarım saatten sonra 5 imiz de içerdeyiz. Günün yorgunluğu hafiften kendini göstermiş ama eğlenceye doymamışız. Müzik tanıdık değil ama keyifli. İlerleyen dakikalarda 5-6 kişi kendini sahneye atıyor . Bağıra çağıra rap yapmaya başlıyorlar ama Hollanda dilinde!!!!
Sıkı rap fanları olmayan ve bu dile alışamayan bizler 1 saat sonra kulüpten çıkıyoruz. :)

http://www.bulldog.nl/

http://www.amsterdam.info/red-light-district/
http://www.fifteen.nl/
http://www.paradiso.nl/web/show

I Amsterdam.. (2)

Amsterdam'daki 2. güne uyanıyoruz. Aslında şehrin havasını tatmak için sanırım sadece geçirdiğimiz 1 gün yetmemiş. Çünkü sabah oldukça soğuk bir havaya uyanıyoruz. Saat sabahın 8'i. Tatilde en sevdiğim şey çok erken saatte şehrin uyanışına tanık olmak.Bu arada aslında çok şanslıyız. Çünkü otelimizin tam önünden tramvay - hollandalıların deyişiyle tram- yolu var.Yine sakin sessiz muhitimizi geride bırakırken Amsterdam'da geçirdiğimiz birkaç günde alışkanlık haline getirdiğimiz Vondelpark yürüyüşümüzü yapıyoruz.
Bu arada odada saç kurutma makinası yok ve bende unuttuğum için yıkandıktan sonra hastalanmamak için şapka atkı ne varsa takıp takıştırıyorum.
Amsterdam 'da bizim gibi erken uyanmış . Şehrin içine doğru girdiğimizde ilk gördüğümüz fırına girmek istiyoruz. "Bakkerij" .. Sanırım burdan merhaba bile demeyi öğrenemeden gideceğim :)
Sandviçlerimizi ve muzlu çilekli meyve sularımızı alıp kanalın kenarında kahvaltımızı ediyoruz.
Bu arada geldiğimiz ilk dakikalarda solda gördüğümüz küçük bir tobacco shop a giriyoruz. Çeşit çeşit sigaralar ve aksesuarlar var. Sigara içmeyen ben bile özeniyorum ve sevimli pembe renkli vanilya aromalı sigaralar alıyoruz(Pink Elephant). Tabi bir de son derece turist işi bir Amsterdam çakmağı.

DAM & MAGNA PLAZA KEŞFİ...

Bugün için planlar biraz daha kapsamlı. "Dam" dedikleri yere doğru gideceğiz. Değişiklik olsun diye tramvaya biniyoruz. Aslında bir ya da iki sonraki durak. Ama orda binmedik demeyeceğiz :)
Tramvay 'ın 1 saati 2.60 euro. O bir saat içinde istediğin kadar binebiliyorsun ama hep binmeye kalksan ciddi bir meblağ gözden çıkarmak gerekiyor. O yüzden yürümenin verdiği hazzı bir kere daha anlıyoruz :)
Dam 'un tam ortasında ünlü Madame Tussaud müzesi var. Ama biz meydandaki heybetli binanın içini daha çok merak ediyoruz ve vakit kaybetmeden oraya gidiyoruz.

Magna Plaza oldukça büyük bir alışveriş merkezi. Büyüklüğü ve mimarisi bakımından İstanbul Nişantaşı City's i andırıyor.İstanbul'da taksimden 10 liraya aldığım bir sweatshirt'ün markasının burada mağazası var.(Heavens Playground G-SUS) Ve 100 euro ya kadar pahalı ürünler satıyorlar. Dükkan biraz kaykaycı dükkanı havasında ama yine de bembeyaz yakası oldukça uzun bir sweatshirt almadan çıkamıyoruz. Ayrıca burda en üst katta büyük bir dvd dükkanı var. Oldukça geniş bir arşivden aradığımız bağımsız festival filmlerini bile buluyoruz.
Dom'un çevresindeki sokaklar bir hayli "dolu". Heryer graffiti. Bu sokak sanatını nedense çok seviyorum nerde graffiti görsem önünde resim çektiresim gelir. Ama bu kez benim çektiklerim daha güzel!! Bol bol polaroid çekiyoruz tabi . Makinama kavuştum kavuşalı elimden düşmüyor.

Bu arada Amsterdam 'daki bisiklet efsanesine de tanık oluyoruz. Hepimiz birer kere bisikletlerle ezilerek ölme tehlikesini atlattıktan sonra bisiklet yolundan yürümemeye dikkat ederek hareket ediyoruz. :)
Ara sokaklarda dolaşırken eski kitap satan standlara ve çiçekçilere rastlamak mümkün. Özellikle Kuzey ülkelerinin çiçekleri ve meyveleri sıcak ülkemize alışmış bizlere çok farklı geliyor. Mesela çilek.. Daha sonra ziyaret ettiğim kuzey ülkelerinde rastladıkça çilek meyvesinin burda bambaşka bir tad ve ziyafete dönüştüğünü görüyorum. Kanal kenarına kurulan çiçek tohumu satan prefabrik dükkanlar günün her saati çok kalabalık.
İlerleyen saatlerde Pınar ve Bürge'yle buluşuyoruz. Adidas ve H&M den yapılan acil alışverişlerimizden sonra hafif atıştıran yağmur eşliğinde Spui Centrum'da beraber kahve içiyoruz.
Akşam yemeğinde ise beraber olamayacağız. Çünkü biz The Police konserine gidiyoruz. Bunun için hiç oyalanmadan tramvayla otelimize gidip üstümüzü değiştirip, Central Station 'dan trene atlayarak Amsterdam Arena'ya varıyoruz. Gece kulaklarımızda Sting'in sesiyle sona eriyor.

I'll send an SOS to the world
I'll send an SOS to the world
I hope that someone gets my
I hope that someone gets my
I hope that someone gets my
message in a bottle...........





I Amsterdam.. (1)

I AMSTERDAM...


Ilk olarak Amsterdam 'dan başlamak istedim.. Sanki alfabetik gidecekmişim gibi bir izlenim olsun diye :)
Amsterdam 'a gitme fikri sanırım genelde "Genciz güzeliz Amsterdam'da jointlerle takılmadan , redlight street'i görmeden ölmeyelim " düşüncesiyle başlar.
Bizim ki biraz farklı oldu. Aylar öncesinde, Sting'in efsanevi grubu Police'in 2007 Dünya Turnesi'nin Amsterdam ayağı için bilet almamızla başladı herşey..
14 Eylül öğlene doğru Amsterdam'a varıyoruz. En güzel sürpriz de birkaç gün önce Pınar ve Bürge diye çok yakın iki arkadaşımızın da Rüya adında başka bir arkadaşımızı ziyarete gideceğini öğrenmemiz oluyor. Böylece 4 gün içinde birçok kere bir araya gelme şansımız olacak.

Otelimizin yeri Vondelpark 'ın hemen bitişiğinde. Gider gitmez eşofmanlarımızı üstümüze geçirip kendimizi sokaklara atıyoruz.
Otelimizin yeri hakkında ilk görüşlerimiz doğru çıkıyor. Çünkü Vondel park ve çevre muhit
Amsterdam'ın daha üst tabakasına hitap eden bir yerleşim yeri.
Vondelpark hakkında sayısız dedikodu vardır: örneğin herşeyin (!) serbest olması gibi. Merakımızı cezbediyor ve ilk olarak parkın içinden asıl meydana doğru yürüyoruz. Park bisiklete binenler ve yürüyüş yapanlarla dolu. Bizde yarım saatlik bir fotoğraf ve yürüyüş
seansından sonra Leidseplein'dayız.



İLK KEŞİFLER..
Amsterdam kocaman yana yatmış bir U harfi gibi . Bir sokağın bir ucu kanaldan başlıyorsa öbür ucu da kanalda bitiyor :)
Leidseplein 'den başlayan "nine little streets" lakaplı o ünlü alışveriş bölgesine gelince yoğun bir kalabalık bizi karşılıyor. Leidsestraat'ı takip ettiğimiz sürece heryer alabildiğine insan dolu. Kendi sokağımızla karşılaştırırsak buranın kalabalığı şaşırtıcı.
Koningsplein'e kadar sağa sola şaşkın bakışlar atarak ilerliyoruz. Mağazalar oldukça ilgi çekici. Adidas ,Nike, H&M gibi ünlü mağazaların dışında yerel ayakkabıcı çoğunluğu var. O dönemin oldukça modası olan yuvarlak burunlu bootie ler revaçta.
Meşhur patates kızartmalarını yemek için saldırmadan önce Bürgeler 'le randevulaşıyoruz. O esnada bir restaurant gözümüze çarpıyor.Adından da anlaşılacağı üzere; Leidsestraat ile Herengracht'ın kesişimindeki "Herengracht".

Gittiğimiz yerlerde turistik yerlerden çok lokal yerlerde yemek yemeyi , içki ya da kahve içmeyi seviyoruz o yüzden burası bizim için biçilmiş kaftan. Girişte Hollandalılar sohbet edip içkilerini yudumluyorlar ancak bütün erkeklerin üstünde ceket var ya da bayanlar elbiseyle. Dolayısıyla eşofmanlarımızdan utanarak rezervasyon gerekip gerekmediğini soruyoruz. Hiç problemsiz içerdeyiz. Arkadaşlarımız gelene kadar beğendiğimiz ilk şeyi yani başlangıç tabağını sipariş ediyoruz. Başlangıç tabağında 5 çeşit aperitif var. En gözümüze çarpanlar cevizli kepekli bir ekmeğin üzerine somon füme ile yine değişik bir cins ekmeğin üzerine konan steak tartare.
Yemekleri o kadar beğeniyoruz ki dakikaların ne çabuk geçtiğini farkedemiyoruz. Bu arada Bürge'yle Pınar zorlukla bizi buluyorlar hatta Bürge bize "buraya kaçıncı gelişiniz?" diye takılıyor.
Ana yemek olarak 19.50 euro'ya yine değişik çeşitlerdeki steak tartare lardan deniyoruz. Yanında açtırdığımız kırmızı şarapla yemekler harika gidiyor.Ortalama 35 euro verdiğimiz yemekten sonra, tadı damağımızda kalan steak tartare'larımızı patateslerimizi ve şaraplarımızı ve eğlencemizi o günde bırakıp ertesi güne uyanmak üzere odalarımıza çekiliyoruz.